.

.

Tuesday, 11 October 2022

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri –Xxıı-

 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri –Xxıı-

 

Mustafa ÖZCAN

 

 

Osmanlı Tarihi’nden paradigmik ilkeler çıkarsamak amacı ile bu dizide şimdiye dek özsel tarih hakkında yaptığım irdelemelerde değindiğim kolonyalist ve fetihçi şeklindeki iki kavramı, en genel disipliner alanlar olan sosyal bilimler ve hümanitelerin sosyo-psişik kavramlar çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutmak, bazı paradigmik ipuçlarının ortaya çıkmasına yol açacaktır sanırım.

Konuyu bu bağlamda ele alırsak, ilk aşamada, özsel tarihte daha önce karşıt emperyal ilişkileri temsil eden kavramlar olarak kolonyalist ve fetihçi diye tanımlanmış olan bu ikili kavram çiftinin ilişkide olduğu sosyo-psişik çerçeve içindeki yerlerinin şu iki ana kavram ulamı kapsamında bulunabileceğini görürüz:

Bu ulamlar ilk kez, Alman sosyoloğu Ferdinand Tönnies tarafından sosyal yapılarda mevcut iki temel gruplaşmayı belirtmek üzere topluluk ve toplum (cemaat ve cemiyet veya Almancası “gemeischaft” ve “geselschaft”) şeklinde yapılmış kavramsal tanımlamalardır.

Nitekim Tönnies, 1887 yılında yayımladığı “GemeischaftundGeselschaft” adlı sosyoloji kitabında “geleneksel” nitelikli yerleşimler olan ‘köy’, ‘mahalle’ ve ‘semti’ temsil eden sosyal gruplaşma olgusunu özlerindeki kırsal niteliğinden dolayı topluluk ve bunun “modernleşmiş” sosyal yapıdaki diyalektik karşıtı olarak, bütünsel kent olgusu zemininde yurttaş sosyalliğine erişmiş gruplaşmayı ise toplum olarak terimleştirmiştir.

Öte yandan Ferdinand Tönnies yaptığı bu girişim ile yepyeni eytişimsel bir çift şeklinde sunduğu sözü edilen dikotomikulamsal kavramlaştırmayı sosyal bilimler literatürüne paradigmik düzeyde dönüştürücü bir etkililikte sokmayı da başarmıştır.

Böylece şimdi bu bağlamdaki emperyal düzen olgusunu bu kez, Yakınçağ’ın tarihsel yörüngeleri görüngesinden bakarak ele alıp irdelersek, Doğu’yu temsil eden Osmanlı emperyal anlayışının toplulukçu (cemaatçi), Batı’yı temsil eden İngiliz emperyal anlayışınınsa toplumcu (cemiyetçi) bir karakter taşıdığını görürüz.

1711 yılında Dominyon Bakanlığı’nı kurarak bu tarz kolonyalist emperyal bir yaklaşımı tarihte ilk kez küresel çapta uygulamaya geçiren İngiltere’ye karşılık ayni yıl yenileşmede başarısız bir hareket olan Lale Devri sürecini yaşamaya başlayan Osmanlı için Batı’daki bu olay söz konusu yenilikçilik hareketi için bir neden teşkil etmiş olmalıdır.

Şimdi de iki emperyal kutup arasındaki durumu tarihsel olarak izleyen olaylar ve gelişmeler bakımından irdelersek, Batı’nın gösterdiği bu evrensel ilerleme ve kalkınma süreci, Doğu’nun iyiden iyiye etkisizleşmesine neden olmuş olduğunu saptarız. Tarihin devamında Doğu karşısında gelişmişlikteki uçurumun sürekli artması sonucunda da Batı Dünyası, 20. yüzyıl’da, küresel nimetlerin bölüşümünde kendi aralarında ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonucu karşılıklı olarak saldırganlaşmış, bu ise tüm insanlıkça yeryüzünde yaratılmış toplam maddi değerin beşte üçünü yok eden iki bölüşüm savaşına kaynaklık etmiştir.

***

Konunun tarihsel açıdan irdelenmesinden sonra gene bu bağlamda ancak daha temel düzeyde bireye egemen olan sosyo-psişik durumlar bakımından ele alınmasına gelelim.

Bu kapsamda, bireylerin ortak tutumları olgusu doğrultusundan hareket ile ortaya çıkıp sosyal yapılaşmayı etkileyen iki ana kutupsal davranış eğiliminden söz etmek olanaklıdır. Bunlar antropolojik olarak insanoğlunun en derininden kaynak alıp beliren sosyo-psişik yapılardaki eşitlikçi ve baskınlıkçı eğilimlerdir.

Baskınlıkçı eğilimin harekete geçmiş şekli olan sosyal baskınlık yönelimi ise aşağıdaki bağlantıdan (1) alıntılanıp yaptığım eklemelerle özetlenen bir paragraflık değerlendirmeye göre bireyler için şöyle bir genel özelik ortaya koyar:

Sosyal baskınlık yönelimi yüksek olan bireyler; değişik gruplar ve grup üyelerinin sosyal statüleri arasındaki farklılıkları korumayı, hatta bu farklılıkları artırmayı isterler. Tipik olarak bu bireyler; baskınhırslıdirençli olurlar ve daima güç arayışı içindedirler; bunun sonucu olarak da paralelinde hiyerarşik grup yönelimlerini tercih ederler. Dünyanın kurtlar sofrası veya insan insanın kurdu olduğu inancına bağlıdırlar.”

Bu değerlendirme toplulukçu (cemaatçi) yapılarda yetişecek olan insan ırasını aşikâr olarak betimlemektedir. Buradan hareket ile de cemaatçi toplum yapılarının kul niteliğine iye insan yetiştiren yapılar olduğunu açıkça söyleyebiliriz! Oysa eşitlikçi eğilimin egemen olduğu, mümkün olduğunca hiyerarşiden kaçınan bireylerden oluşan toplumsal yapılarsa kul yerine, özgürlükçü insana kaynaklık ederek çağdaş yapıda bir yurttaş toplumu ve devamında demokratik düzen oluşturmak yolunda ilerler.




Kaynaklar

1.      https://tr.wikipedia.org/wiki/Sosyal_bask%C4%B1nl%C4%B1k_y%C3%B6nelimi

 

 

 

Thursday, 15 September 2022

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri –Xxı-

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri –Xxı-

                                                                                    

 

       Mustafa ÖZCAN

 

Orta Asya tarihinin derinliklerinden gelen Osmanlı’nın fetihçi anlayışı ile Batı tarihinin yüzyılları aşan, İngiltere’nin temsil ettiği Avrupai tarzdaki kolonyal anlayışının ortak siyasi zeminde iki tezat emperyal sistem mahiyeti ile genel tarih açısından ve diyalektik yaklaşımla kıyaslanması bu deneme çalışmasının asli konusudur.

Denemede, konuyu “holistik düşünce temelinde ele alarak buradan tarih bilimi için aranan yol gösterici paradigmik ilkeyi ortaya çıkarmak esas amaç olmakla birlikte yapılan irdelemeler ile konunun okuyanda başkaca düşünsel arayışlara yol açması da diğer bir amaçtır.

***

Osmanlı’nın askeri düzene dayanan fetihçiliğiİngiltere’nin sömürüye dayanan kolonyalliği ile kıyaslandığında ilk aşamada göze çarpan başat imleç, her iki emperyal sistemin tarihsel genişlemesindeki coğrafi gelişme yönünün ortaya koyduğu durum ve bunun doğal bir sonucu olarak tarih içindeki önemidir.

Eski Dünya’daki emperyal sistemlerin uzun dönemli doğrultusunun, imparatorlukların genişleme hareketi içinde genel hatları ile incelenmesi, bunların coğrafyadaki yönünün fetihçilerde Doğu-Batı ekseninde, buna karşın kolonicilerde Kuzey-Güney ekseninde olduğu şeklindeki bir saptamanın yapılmasına yol açmaktadır.

Bu durumu, yani emperyal genişlemenin yönünü belirleyen şeyi, fetihçilerde, ilginin talanla sağlanacak ganimet beklentisi olmasından ötürü zenginliklerin hazır olduğu coğrafyaya doğru olmasına karşılık kolonicilerde ilginin kendi fiziksel üretimleri için gereken girdileri sağlayan kaynakların emre amadeliğinin olduğu yerlere doğru yönelmiş olması açıklamaktadır.

İnceleme derinleştirildiğindeyse, Eski Dünya, yani Afro-Avrasya tarihinde Kuzey-Güney yönündeki kolonyal-emperyal genişlemenin, toplumlarda yaşam-geçimsel zenginliğin, yani gönencin başat sosyo-psişik bir etmen olarak kabulünün önemli rol oynamaya başlamasından kaynak aldığı sonucuna varmak olanaklıdır.

Ayrıca, Kuzey’in yaşam-geçimsel zenginliklerinin, jeosferin on binlerce yıllık süreden beri gelen ekolojik durumun sonucu olması, bunun artık, statik, değişmeyecek bir durummuş gibi kabul edilen bir algıya dönüşmüş olmasına da yol açmıştır.

Öte yandan, Eski Dünya coğrafyasındaki tarihsel-ekonomik dönüşümler, diyakronik olarak incelendiğindeyse, ekonomik gönenç ve zenginlik kaynaklı uygarlaşmış olma halinin Avrasya tarihinde, Doğu-Batı ekseninin iki ucu olan Avrupa ve Çin arasında, biner yıllık periyotlar halinde gidip gelen salınımlı-değişkenlikteki tarihsel bir olguyu da oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Bu iki antik uygarlık kutbu arasındaki böyle bir durumun ortaya çıkışının ardında ilkinkaraların büyük bölümünün esasen Kuzey yarıkürede bulunuşunun olduğu ve ikincileyinse, Güney yarıküre ile kıyaslandığında Kuzeyde kıtaların jeofiziksel olarak dikine olmak yerine enine olan bir yayılma göstermekte olmasından ileri geldiği bilinmektedir.

Böylece, Eski Dünyanınbir başka ifade ile Afro-Avrasyanın, Kuzey yarıkürede 30-40 derece paralellerini kapsayan, uzunluğuna 20 bin km’lik sürekliliği olan Doğu-Batı doğrultusundaki bu arazi bandı, insanın doğa ve yaşayışına en uygun ısı, yağış, yüzey şekilleri ve iklim özelliklerini bir araya getiren dünyada en geniş kıtasal coğrafyadır.

Bu jeofiziksel oluşum, gezegenimizde yerküresel tektonik hareketlerce belirlenmiş, arkaikten beri var olan, antropomorfik-ekoloji özelliklerine, yani Afrika savanı” tipine sahip, ayni zamanda Ortadoğu’nun verimli ayçasını (münbit hilal) da içine alan, Avrasya’nın Doğu-Batı eksenindeki “Kıtasal Yaşam Kuşağı”dır.

Ayrıca bu oluşum ayni zamanda, insanoğlu için en geniş ve en uygun iklimsel ve yer-yüzeysel özellikleri sunan “ilksel uygarlık beşiği” tanımlamasını da hak etmektedir(*).

____________

(*) Devam edecektir.

 

 

Wednesday, 10 August 2022

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xx-

 

Mu

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xx-

 

                                                                                                          Mustafa ÖZCAN

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihselliğinden çıkarılabilecek paradigmik ilkelerden biri de şüphesiz devletin yönetim anlayışında semavilik (göksellik) ve dünyevilik (mondenlik, yersellik) hakkındaki siyasi iradi durumları arasında yaptığı seçiminin sonuçlarını göstermekte olandır diye düşünüyorum.

Bu kapsamda, konunun dünyevilik yanını irdeleyerek, Osmanlı’nın dünyeviliğin maddi ve tinsel konularında tebaasına yönelik bayındırlık (imar) işlerini ele alarak ve tinseli temsil eden oldukça boş geçilmiş eğitim (maarif) konusuna dikkat çekerek en üst kurum Devletin izlediği yersellik şeklinin sonuçları itibari etkilerini ele alacağım.

Ama önce işlenecek kapsama yönelik olarak bir hususu açıklamak istiyorum: Cami ve onların külliyelerini semaviAskeri yatırımları ise dünyevi olmakla birlikte doğrudan refaha (gönence) yönelmemiş olmaları nedeni ile fiziki yatırımlar olmalarına rağmen tabana yönelik olarak ele alacağım gönençlendirme işleri kapsamı dışında tutuyorum

Şimdi bu noktadan itibaren Osmanlı’nın kendine özgü devlet ve imparatorluk anlayışı doğrultusunda dünyevilik kapsamındaki bayındırlık işleri ile refahın tabana yayılması konusunun uygulanmasına özetle kısaca bakalım.

Osmanlı’nın bayındırlık işleri kapsamında yaptıklarının başında her zaman ve en belirgin olarak yolköprüçeşmehastanekervansarayhamambedesten gibi yapı işleri gelmektedir. Bunlar genellikle idari merkezler ile taşra ve kırsala yönelik alt ve üst yapısal yatırımlar şeklinde olagelmişlerdir. Genelde Saray ve çevresinden gelen bu tür bayındırlık faaliyetlerinin sağlık ile ilgili olan bazılarının idamesi vakıflar yolu ile bugüne dek gelerek halen mevcudiyetini de sürdürebilmiştir.

Konuya yaygınlaştırma açısından İmparatorluk çekirdeği Anadolu ve Trakya esasında panoramik olarak bakıldığında kasaba ve beldelerdeki “imar” işlerinin “banileri”nin genellikle hayırsever eşraf ve Tımar beylerinin olduğu görülür. Yatırımların mekânsal dağılımı ele alındığındaysa bunların hemen hemen çoğunun payitaht merkezleri olan BursaEdirne ve İstanbul ile İzmir gibi diğer bazı büyük şehirlerde yapılmış olduğu da kolayca anlaşılır. Büyük işlerin “banileri” ise genelde işin büyüklüğüne koşut olarak hanedan mensuplarıkapıkulu paşaları ve ağaları ile yerel beyler ve az da olsa bazen ekalliyetten olan efendilerdir. Böylece buradan Osmanlı için “sosyal büyük olma hiyerarşisi”nin daima fiziki büyüklüğü olan iş yapma hiyerarşisine denk olarak yürüdüğü sonucuna kolayca varmak olanaklıdır.

Diğer yandan, Osmanlı’nın bu kapsamdaki bayındırlık faaliyetleri Batı’daki durum ile kıyaslandığında bunların oldukça cılız bir düzeyde ele alınmış varlık yatırımları olduğunu da kolayca görmek olanaklıdır.

***

Şimdiyse esasta önemli olan hususa, Osmanlı’da dünyevilik için sadece maddi olanın düşünülmüş, tinsel, diğer bir deyişle eğitsel, yani “maarif”e yönelik olanın ise göz ardı edilmiş, boşlanmış olmasına dikkat çekmek üzere gelmek istiyorum.

Nitekim Osmanlı’nın Ortaçağ’ın başlangıcından sonuna kadar tüm tarihi boyunca merkezileşmiş eğitim anlayışı olarak talim ve terbiye işleri, son derece kısıtlı bir mahiyet ile sadece muharip bir zümre yetiştirmek ve tebaayı semaviliğe bağlayarak boyun eğecek kul yapmak kapsamında düşünülmüştür.

Oysa ayni zaman zarfında bu can alıcı konu, Batı’da, dünyeviliğin tarihsel diyalektik süreci doğrultusunda ele alınarak ruh ve bedenin, yöneten ile yönetilenin karşıtlığı kapsamında, “zenaat” ve “özgür sanatsal” bilimler (sanatlar ve fen bilimleri anlamında) müfredatı ile geniş kitlelerin dünyevilik ihtiyaçları bağlamında eğitilmesindebilinçlendirilmesinde en geçerli yol olarak benimsenmiştir. Bu durum Batı’da Rönesans’tan itibaren Eski Yunan’dan kaynak alan seküler bir gelenek olarak bilinmekte ve uygulanmaktadır.

DünyevilikEski Yunanlarca keşfi yapılarak insanoğlu için on binlerce yıl süren semavileşme sonrasında bir armağan olarak ortaya çıkmış bu anlayış ve tutum bugünkü dünya düzeninin geçimsel-tinsel temellerini atmış bir yaşam şekli ve sosyal davranış biçimidir.

Batı’da böyle bir seçimin yapıldığı dönemlerde Osmanlı’da hemen Fetih sonrasında eğitim anlayışının ve ilimin (müfredatın) nasıl olması gerektiği yönünde Saray çevresinde de bir ulema şurası toplamıştır. Tartışmalarda temsilci düşünürler olarak ele alınan İbni Rüşt ve Gazali arasındaki yapılan seçim sonucunda ilkinin dünyevi akliliği yerine ikincisinin semavi nakliliği eğitimdeki anlayış şekli olarak benimsenerek ezbere dayalı “tedrisat” yolu ile kul toplumu yaratılması yolu seçmiştir.

Bugün artık bu hümanizm şekli, toplumsal tabanda sekülarizm ve tepedeyse siyasal laisizm diye karşılığını bulmakta olan evrensel nitelikteki tutum ve davranış kalıplarının eğitim yoluyla genç zihinlere kazandırılması olarak dünya düzeninin dünyevi-tinsel temelini oluşturmaktadır.

Oysa Osmanlı uleması tarafından boşlanan bu önemli tarihsel fırsatın kaçırılması İmparatorluk için çöküşe giden yoldaki en önemli kavşak sapması sahnesi olmuştur diyebiliriz. (*)

______________________

(*) Devamı gelecek.

 

 

 

Monday, 4 July 2022

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xıx-

 

Mustafa Özcan 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -Xıx-

 

                                                Mustafa ÖZCAN

 

 

Tarihin yörüngesindeki önemli olayları diyalektik bakış ile karşıt tezli ve holistik olarak çok yönlü değerlendirmenin paradigmik ilkelere ulaşmak için ne denli verimli olabileceği hususunu görmek için bunu tarihi öneminin büyük olduğunu düşündüğüm örnek bir olayı ele alarak yapmak istiyorum: Nizip Savaşı

Nizip Savaşı (Muharebesi), 1839 tarihinde Nizip‘te Mısır ile Osmanlı arasında meydana gelmiş kapsamı ve sonuçları geniş olmuş, ama buna karşın kendisi çok büyük olamayan bir muharebedir. Bu savaş, isyan ve bastırma şeklinde karşı karşıya gelen taraflar arasında olayın ilk aşamasını oluşturmasa da, bir imparatorluk devleti ile ona hıdivlik olarak bağlı büyük özerk bir “devlet” arasında olan merkez-çevre ilişkilerinin diyalektiği bağlamında çok öğreticidir. Ama her şeyden önce de merkez aleyhine bozulan ilişki dengesinin sonuçlarının nerelere kadar varabileceğini göstermesi bakımından öğreticidir.

Nizip ovasında, Mısır hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu ile Hafız Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında yaşanan savaşta Osmanlı üç saat içinde ciddi bir yenilgiye uğramıştır. Osmanlı Devleti‘nin parçalanmasını o dönemde istemeyen ve savaştan altı yıl önce Rusya ile 1933’te yapılmış askeri yardım konusunu kapsayan Hünkar İskelesi Anlaşmasından hala rahatsız olan Birleşik Krallık ve Avusturya, duruma müdahale etmek için donanmalarını İbrahim Paşa’nın deniz ikmal yolunu kesmek üzere Mısır ile Suriye arasındaki bölgeye göndermiştir. Müdahale sonrasında İbrahim Paşa Mısır‘a geri dönmek zorunda kalınca Osmanlı Devleti bir bakıma dağılmanın eşiğinden geri dönmüştür.

Bu olay 19. yüzyıl‘da Devlet‘in kendi eyalet valisine hükmedemeyecek kadar aciz içinde olmasını göstermesi bakımından önemli olduğu kadar amaç içeriği yönü ile de Osmanlı’nın Hıristiyan Avrupa’daki gerilemesini başlatan II. Viyana Kuşatması’nın dinsel boyutlu antitezi niteliğindedir. Çünkü Osmanlı Müslüman toprağı olan Ortadoğu’da başka bir Müslüman ülke tarafından geriletilmeye başlamıştır. Ayrıca olay, Osmanlı‘nın  sorunuyken uluslararası bir sorun haline gelmesi yönüyle bu tür konuların holistik karakterini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.

Bu olayın başka bir yanı da, Hafız Paşa’ya savaş danışmanlığı yapmak üzere Prusya Krallığı tarafından gönderilmiş, sonraları en uzun süreli Alman Genelkurmay Başkanı ve feld mareşali olacak olan Kurmay Yüzbaşı Helmuth von Moltke ve kurmaylarının muharebede fiilen yer almış olmalarıdır. Savaş sonrası güçlükle İstanbul’a ulaşabilen Moltke’nin Saray’a verdiği raporun savaşa katılan bazı paşaların hıyanet nedeni ile idam edilmelerine yol açması da II. Mahmut’un Prusya askeri kurmayına olan güvenini göstermektedir.

Ayrıca o sırada ölen II. Mahmut yerine geçen Abdülmecit’in savaşta Osmanlı ordusu yanında gösterdiği başarılı mücadeleden ötürü Kürt Bedirhan aşiretinin reisi ve komutanı Bedirhan Bey’e paşalık unvanı vermesi de Osmanlı tarihinde ilk olan bir şey olması yönü ile konunun öteki bir yanı olan,Türk-Kürt toplumun dayanışmasının önemini ortaya koymaktadır.

***.

MoltkeBismarck ve Roon ile birlikte Alman İmparatorluğu’nun Prusya kökenli askeri güçlerce 1871’de kurulmasında başrolü oynayan kurucu askeri triumvirayı oluşturacak olan komutandır.

Ancak diğerlerinden entelektüelliği yönü ile oldukça ayrıktır

Entelektüel bakımdan Moltke, müzik, şiir, sanat, arkeoloji ve tiyatro severliğinin yanı sıra bir ressam, bir yazar ve bir devlet adamı kişiliğine sahip olması nedeniyle tarihte dikkatleri üzerine çekerek öne çıkmış çok yönlü bir kişiliktir. Almanca, DancaİngilizceFransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Hint-Avrupa dillerinin yanında Türkçeyi de konuşuyor olması O’nun gerçekten evrensel niteliklere sahip olduğunu göstermektedir. 1834’te geldiği Türkiye’den 1840’taki dönüşüne kadar geçen zaman içinde başından geçen olayları topladığı, Türkçeye “Türkiye Mektupları” adı ile çevrilen anılar kitabını kafasına fes geçirerek Berlin’de halka anlatması bu kişiliğinin bir dışavurumu olmalıdır. Ama öte yandan Danimarkalılık kökenine ve geçmişine karşın bir Alman muhafazakârı olduğunu da yeri gelmişken belirtmeden geçmemek gerekir. Bu durum Moltke’nin kariyer kapsamının genişliğini ve derinliğini anlatmaktadır. Bu genişlik ve derinlik holizmO’na olağanüstü başarılı bir askerlik ve devlet adamlığı kariyeri sağlamış olmalıdır.

Benim bu makalede diğer belirttiklerimin yanı sıra amacım konulara diyalektik ve holistik tarzdan bakılması gerektiği konusuna mümkün olduğunca vurgu yapmak olduğundan, bu tür yaklaşım şeklini veren bir örnek olarak entelektüel Moltke‘nin Osmanlı’daki kurmaylığı sırasında ülke hakkında bütünsel yaklaşımlı saptamalarının uzun dönemli tutarlılığına ve derinliğine dikkat çekmek istiyorum.

Bu nedenle de bu bağlamda son olarak Moltke‘nin genç bir kurmay iken 1934’te Almanya’ya gönderdiği bir raporda Osmanlı’nın durumu hakkında hayret veren tutarlıktaki kehanetler gibi anlatan bu genel saptamalarından bazılarını aktarıyorum:

İktisadiyat, toprak mülkiyeti olmamasından ve üretim düşüklüğünden dolayı dibe vurmuştur. Yetmiş bin kişilik yeni ordu komutanları yönü ile eskidir ve koskoca imparatorluğun her yanına erişmek durumundadır. Eyalet ve sancaklar iyice bağımsızlaşmış ve Bab-ı Aliye karşı güçlenmiştir. Payitahtı korumak için gelen yüzelli bin kişilik Rus ordusunun Anadolu yakasına konuşlanmasına rıza gösterilmiştir. Bu durum ülkede çok büyük hoşnutsuzluk yaratmıştır. Osmanlı artık bir prenslikler, dukalıklar, valilikler yığınıdır. Bu hal yakında imparatorluğun sona ereceğini anlatıyor gibidir! “

 

Devamı gelecektir.

 

 

Tuesday, 10 May 2022

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVIII-

 

Osmanlı Tarihi Ve Tarihin Paradigmik İlkeleri -XVIII-           

                                                         Mustafa ÖZCAN

 

Annales Okulu bakışı, Dünya Sistemi kuramı, Büyük Tarih yaklaşımı, Kliodinamik (matematiksel) Tarih modeli gibi bu dizinin daha önceki bölümlerinde sözünü ettiğim 20. yüzyılda tarih anlayışına getirilen çeşitli entegratif görüşlerin izdüşümüyle Osmanlı tarihine holistik perspektiften bakılırsa herhalde şimdiye dek pek rağbet edilmemiş bir tarzda konu özsel olarak ele alınmış olacaktır.

Ama ilkin bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekir.

Çeşitlenmiş bir belge kültürü olan Batı tarihinden farklı olarak Osmanlı’nın geçmişini esas alan tarih biliminde ağırlıklı olarak halen bugün dahi en çok başvurulan kaynaklar vakayinameler, yani kronikler veya diğer bir deyişle de anallardır.

Bunlar, tarihsel olayları kronolojik (takvim akışlı) olarak vaka-ı nüvis tarafından kayda geçirilmiş, yazanın pek çok öznel görüş ve yorumunu da içeren olay bilgisel kayıtlar şeklinde öznelliğe sahip yazılı belgelerdir. Bundan dolayı Osmanlı tarihi, bilimsel niteliği daha ağır basan Batı tarihine kıyasla halen nesnelliğe daha az ulaşmış bir disiplin görünümü sunmaktadır.

Bu bağlamdaki kendine özgülüğünden dolayı da, geçmişi ele alan sosyal bir disiplin olan genel tarih bilimi için bazı paradigmik ilkelerin ortaya çıkmasına olanak verebilecek bir karaktere de sahiptir. Diğer bir deyişle, Osmanlı Tarihi’nin bu embriyonik niş disiplin özelliği nedeni ile tümdengelimsel çıkarımlara uygundur. Bu niteliği “yüksek kuramsal” bir zeminden konuya bakan bir yaklaşım bağlamında ele alındığında tarih geneli için yeni ve anlamlı bazı temel ilkeleri, yani paradigmaları bulgulama olanağı yaratır. Bu yazı dizisinin alçak gönüllü çabası bu yöndedir.

***

Osmanlı’nın, bir imparatorluk olarak olgunluğa ulaştığı dönemde artık “Eski Dünya” nüfus yoğunluğu ve keşfedilmemiş karasal alan varlığı bakımından doğal sınırlarına ulaşmıştı. Bu doğrultuda “Eski Dünya” olan Afro-Avrasya’nın Avrupa ve Avrasya coğrafyasındaki Batılılar Osmanlı’dan farklı olarak Ortaçağ sonunda artık deniz aşırı arazi arayışları ve “Yeni Dünya”nın keşifleri ile meşgul oluyorlardı.

Oysa Osmanlı bu dönemde, böyle bir dünya düzenine olanak vermek yerine hala klasik askeri bir imparatorluk anlayışı ile ganimet peşinde olarak kültüre edilmiş coğrafyaların fetihleriyle yetinmek gibi hatalı bir jeo-strateji benimsemişlik içindeydi. Modern tarzda kültüre edilmemiş coğrafya’nın keşfine yönelmiş büyük güçlerİspanyol örneğinde olduğundaki istisnai durumlar dışında bu işi giderekten ganimet elde etmek yerine mali ve sınaî üretim için gereken doğal kaynak ve zenginliğin elde edilmesi veya bunların denetimi yönünde gereken ekonomik hedeflerle hareket ediyorlardı.

Böylece “Büyük Modern Güçler” ekonomide üretimsel ana etmenler olan toprakemek ve sermaye üçlüsündeki başatlığın topraktan sermayeye geçişi ile kapitalist üretimin başlamasına olanak vererek tükenmekte olan yeryüzü “sonlu” coğrafyasına bağlı kalmaktan kurtulmaya başlamışlardı. Böylece modern dünya, “kısıtlı toprak etmeni yerine insan yaratısı “kısıtlı olmayan” sermaye etmenini temel üretici güç olan emek etmenini kontrol altına almakta kullanarak kapitalist dizgeyi oluşturmayı başlatmıştır.

Bu kapsamda, Avrupai feodal düzen, zamanın ruhuna uygun jeo-ekonomik bir dönüşüm gerçekleştirirken Osmanlı’nın kendine özgü arazi kullanım düzeni olan ATÜT (*), beyt-ül malın (**) ülkesinin modern bir dönüşüm yaparak kapitalist yapıya geçişini engellemiştir.

Çünkü beyt-ül mal, tımar beyliklerinin sayısının hızla artmasına koşut olarak mülki yoğunlaşma yerine artan parçalanma olgusuna verdiği olanak nedeni ile giderek küçülüp verimsizleşen araziden gelip zamanla azalan zirai Öşür (***) gelirine mahkûm kalmıştır. Bu durum açıktır ki Osmanlı ülkesinde sermaye birikim sürecini engelleyen esas ekonomi-politik olgular içinde en başta gelendir.

Bugün hala yurt çapındaki  sermaye birikim oranının nesnel olarak tespitinin yapıldığı planlı kalkınma dönemlerinin başladığı 1960’lardan bu yana ortalama olarak yüzde on düzeyinde seyrediyor olması yüzyıllardır süregelip “gelenekselleşmiş” bu düşük sermayeleşme olgusunun sürdüğünü göstermektedir. Esasen bu düşük birikim olgusunun köken olarak dinsel mahiyetli olarak eldeki tasarrufu ötekine aktarma olarak bilinen “zekât” bazlı tutumdan kaynak almış olan yüzde onluk geleneğin muhtemel bir sonucudur.

Ayrıca şu noktayı da ekonomi tarihsellik açısından belirtmeden geçmek istemiyorum.

Protestan Hıristiyan coğrafyada çoğu Yahudi kökenli olan banker kesiminin baskısı ile borç verme işinden kar payı almak yerine faiz uygulamasına geçilmiş olması sermaye “temerküzü”nü hızlandırmıştır. Böylece öşür (onda birlik) vergi geliri düzenli olarak sürmüş olsaydı bile, Osmanlı’nın, modern Batı’da, mudi ve bankerlerin aldığı ilave bir o kadar onda bir finans kapital payı ile oluşan toplam beşte birlik ülkesel sermaye birikimi sonucu atağa kalkmış olan bu ülkelerdeki ekonomik modernleşme hızına ulaşması gene de mümkün olmayacaktı.

Buradan entegratif genel (holistik) tarih için çıkarılacak paradigmik ilke, tarihsel gelişmenin uzun erimli sürecinde askeri jeo-stratejiye dayalı düzene karşılık ekonomik jeo-startejiye dayalı düzenin daima üstünlük sağlayacağı yönündeki formülasyondur (****).

_________________

(*) Asya Tipi Üretim Tarzı, tımar sistemi düzenini altyapısal bakıştan ele alan maddeci ekonomi-politik disiplinindeki adı.

(**) Kendine has bir vergi gelir sistemine sahip olan Osmanlı hazinesi için eskiden kullanılan ad.

(***) Ondalık, yani onda bir veya diğer bir deyişle yüzde on anlamına gelen İslami zekat geleneği kökenli Osmanlı’da kullanılan Arapça bir terim

(****) Devam edecek.